16 Mart 2010 Salı
Eyvah eyvah...
11 Mart 2010 Perşembe
Yalancı bahar...
8 Mart 2010 Pazartesi
Kadınlar Günü...
Kimbilir nasıl anlayacağız en büyük savaşların "iki neden"inden "biri" olduklarını?..Kavgalarını... Kızgınlıklarını...Nefretlerini... Sevgilerini...Şefkatlerini... Güzelliklerini...
Bedensel zenginliklerinin yanında, hiç belli etmeyip, zayıf gibi görünseler bile kadınların gerçekte ne kadar güçlü olduklarını kimbilir ne zaman kabul edeceğiz? Belki de onlarla neyi ne kadar yaşadık, neyi ne kadar anladıkhiçbir zaman bilemeyeceğiz. Tüm havamıza, "dünyayı biz yarattık" der gibi durmamıza rağmen aslında zayıf olan tarafın öte yanında olduğumuzu ne zaman göreceğiz kimbilir?.. Erkek egemen toplumların dahi çok istekli olmasalar da, öyle bir an geldiğinde ister istemez önünde eğilmelerinin nedenini kadınlara nasıl anlatacağız belli değil? Bazı şeyler öğretilemiyor, bazı şeyler sadece yaşanarak ve yaşatılarak öğreniliyor. Biz bildiğimizi sansak bile gerçekte herşey anlayabildiğimiz kadar.
Kadınlar Günü...
Ve ne gariptir ki, özgürlük konusundaki tutumuyla mangalda kül bırakmayan ve dünyanın en özgür ülkesi olmakla övünen Amerika özgürlük karşıtı bir tutumla yüzlerce işçinin ölümüne sebep olurken "Kadınlar Günü"nün temelini attığını da bilmez...
8 Mart efsanesinin gündeme gelmesi ve o günden bu yana her yıl tekrar edilmesi kadına ve varlığına olan saygıyı ifade etmeye yetmez tabii.
Herkesin takvimi aynı olsa bile, tarihler her zaman aynı değil ki? Tıpkı hayat gibi... Değişkendir rakamlarla kadınlar. Bazıları küçülür, bazıları büyür... Ve çoğaltır insanı zor zamanlara rağmen yaşattığı sevgiyle. Atilla İlhan "Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular" derken belkide bu ikilemi anlatmak istiyordu.
Çözümü zor bir denklem yüzyıllardır gizemini korurken kadını bir güne sığdırıp, bir günle yüceltmek zor olmakla birlikte teamüllere uyacak ve 8 Mart'ın ruhuna dokunacağız yine... İşte böyle zor, böyle güzeldir onları yürekte taşımak. Bu yazı burada bitiyordu, bitiyordu ama aklıma bir şarkı geldi. Önce şiirden yola çıktık, şimdi şarkıyla devam ediyor aşka ve onu yaşatan kadınlara yolculuğumuz. Bob Marley'in unutulmayan şarkısı "No women, no cry" her şeyin özeti sanki.
Anladım ki...
Bugün tuhaf bir gün... Birkaç gündür iyi seyretmekte olan havalar da dağıttı benim gibi. Galiba benim kabul günüm, satırlar soğuk geliyor... Okuduğum cümlelerin içindeki kelimeler tıpkı benim gibi üşümüş ve olması gerektiğinden farklı anlamlara yol açıyor bugün...
Dedim ya bugün tuhaf bir gün...
Beni bu havalar mı mahvediyor, yoksa ben mahvoluşun ötesine geçtim de haberim mi yok bilmiyorum. Ne güzel söylemişti rahmetli Orhan Veli "Beni bu havalar mahvetti" derken...
Neyse... Havaları kısık ateşte ısınmaya bırakıp konumuza dönelim ve dün geceden bu yana dilime takılan ve söylemesini beceremediğim halde yarım yamalak gevelenen şarkıya geçelim... Çünkü bu şarkıda olduğu gibi biriyle konuştum dün gece... Geç bir vakitte görmedim ama sesini duydum "Ne işin var burada?" diyen, sonra kendini aratıp bir türlü görünmeyen bir siluetin arkasında bıraktıklarıdır şarkıda dile gelen. Şarkı da titrek biraz... Bizim gibi yani. Belliki notalar da üşümüş. Malum havalar soğuk olunca, her şey payına düşeni alıyor bundan...
7 Mart 2010 Pazar
Gece sesleri...
Ve böyle bir gecede birine rastladım... Vakit hayli geçti, yeni günün ilk dakikalarındaydık. Karanlığın içinde kaybolmaya meylederken "Ne işin var bakalım burada?" sözleriyle irkildim. Sesin geldiği tarafa baktım kimse yoktu, ama sesi duymuştum... Fısıltı halinde bir söz, mırıldanırken tırmalıyordu içimi...
Durdum... Etrafıma bakındım...
Kimse yoktu...
İyi ama bu ses nereden geliyordu?
Duymuştum o sesi ama sahibini göremiyordum. "Sesi var kendisi yok, kimseyi göremiyorum ama biri var" diye düşünürken sorunun cevabı dökülüyordu dilimden:
- Ne işim mi var? Hiçbir işim yok, daha doğrusu işim de yok ama buna mukabil en ağır işçi benim, çünkü gün 24 saat seni düşünüyorum. Düşündüğüm üstünde çalışıyorum. Düşünmek üretmektir, üretmekse bir duyguyu dile getirmek. Dolayısıyla işimin ne olduğunu bilmesen bile görürsün gözlerimde aksini. İşim gördüğün gibi gece-gündüz demeden dolaşmak ve sessiz sokakların sesini dinlerken bir çift gözün gölgesinde zamanı unutmak. O gözlere baktım ve tevazulu bakışlarından feyz kaparak yerine koydum şimdiden. İstedim ki o gözler "8 Mart"a açılan bir kapı olsun...
"Ne işin var demiştin?" değil mi, "Galiba bunu bende bilmiyorum..." dedikten sonra yine sesten önceki sessizliğin içine dalmış, kaybolan sesin yokluğunda derin bir hüzne kapılmıştım. Oysa birkaç dakika öncesine kadar ne böyle bir sesten, ne de sesin sahibinden habersiz arşınlıyordum geceyi. Ve bir anda her şey tepetaklak oluyor, bir sözle birlikte gecenin karanlığına inat aydınlanıyordu yüzüm...
O ses...
Duymadan dinlediğim...
O ses...
Dinlerken kendimden geçtiğim...
O ses...
Özlediğimdi...
O ses...
Unutmamak için beynimin kıvrımlarına saklayıp adını zikrettiğim bir sesti ve olmadık bir zamandaki fısıltısı geceye keder, gönlüme heder olmuştu dün gece yarısı... Bu nasıl şey bilmem... Nasıl oluyor da anlıyordu burada olduğumu bilmem? Uzun zamandır ilk kez giriyordum kalabalığın içine ve giriş sebebim de mevcut yüzlere bakıp birini görmek ve görebilmek umuduyla sevinebilmekti... Ve o kalabalığın içinde olma ihtimali çok düşükken, üstelik bu saatte orada olacağımı bende bilmezken gecem güzelleşiyordu gaipten gelen fısıltılarla...
Demekki sen gelecekmişsin... Demekki ben kendi kendime konuşup hayalle-gerçek arasında duyduğum, ya da duyduğumu sandığım sesin melodik tınısına kapılıp görmediğim birine "Merhaba" diyecekmişim dinmeyen özleminden...
Sabah uyandığımda gecenin ve gece seslerinin etkisiyle uyanmakta güçlük çekiyordum. Başucumdaki çerçeveye bakarken gaipten gelen seslerle kesintiye uğrayan gecede görmediğim birine, sırf sana benziyor diye cevap verdiğimi düşünüyordum...
Pazar neşesi...
- "Temel sen kafayi mu yedun, 70 yaşındaki kadına bekâret kemeri takılır mı?" diye sorduğunda, Temel sırıtarak cevap vermiş:
Selamün Aleyküm Obama...
5 Mart 2010 Cuma
Fırtına 'sonrası' sessizlik...
Henüz işleyiş hakkında bir bilgim yok...
Bir yerlere girip çıkıyorum ama neyi nasıl yaptığımı bilmiyorum. Dolayısıyla gittiğim yerden geri dönüşümü gerçekleştirmek için izlediğim yolu kaybetmemeye, tabiri caizse arkamda iz bırakmaya çalışıyorum. Aksi halde bu bilişim teknolojisinin fiberoptik otobanlarında "köprüden önceki son çıkışı" es geçip kaybolmak işten bile değil.
Bazılarının kaybolma özürlü olduğunu bildiğinden olsa gerek, "blogger" bazı konularda kendi insiyatifini kullanarak yardımcı olmaya çalışıyor bizlere. Bunun en güzel örneğini hesap oluştururken gördüm. Hiçbir şey yazmadığım halde sayfanın başlığı "Kusursuz Fırtına" olarak çıkıverdi önüme.
Şaşırdım tabii... Severek izlediğim ve okyanusun dev dalgaları arasında yaşama mücadelesi veren bir grup denizcinin hikayesini anlatan bir filmin adıydı bu aynı zamanda.
Sonra da sevindim.
Güzel bir tanımlamaydı bu, belki kişiye özel belki de genelin içinden sıyrılarak kaybolmaya meyilli olanların halet-i ruhiyesini telepati yoluyla okuyup "yağmurun", "rüzgarın" ve tabii "fırtınanın" kusursuzluğunda güzel bir sürüklenişe kapı açmaktan kaynaklanıyordu. İyi güzel de, şimdi ben neredeyim?
Ve buradan nereye gideceğimi hala bilmiyorum... Gitmek mesele değil, geri nasıl döneceğim o da belli değil. Kendimi çok katlı bir otoparkın içinde kaybolmaya meyilli bir zavallı gibi hissederken etrafa bakınıyor ve "Şu anda bulunduğunuz yer Mavi kat" kabilinden işaretler arıyorum. Güzel bir günün ardından hava yavaş yavaş kararırken "Görmemişin blogger'ı olmuş, bu ne diye karıştırıp durmuş" diye söylenerek yerimden kalkıyorum...